31.01.2011

Ney'leyim, O Yokuşu Çıkmıştım Bir Kere




telaşsız bir yürüyüşün, sokak arası adımlarıydı saydığım. yokuş yukarı çıkarken rastladım ona, hem de tam olarak sol yanımda. tereddütü olmayan bir karardı kapısını açtığım dükkandan alıp da çıkmak onu. aldım ve çıktım o yokuşu. severek yürüdüğüm o uzun yolu, bir kez de onla yürüdüm kalabalığın arasından. herkeste şaşkın bir bakış; ben ona alınabilecek en güzel hediyeyi sırtlamıştım. heyecanımdı sonsuz olan. adımlarımın uçarı olmasından kaçırmıştım bir iki dükkanı, yol kavuşmak üzereyken yıllardır duran heykeline, sağ tarafımda kalan kitapçıdan iki cdden oluşan sesini de aldım yanıma... bindim sarı dolmuşlara, yüzümde binbir hayalli bir gülümseme... çek dedim beni anadolu'ya...

eve geldim. sardım sarmaladım onu. okşadım duygumu. bayramlığı, istediği renk ve modelde alınmış bir kız çocuğu sevinci ile daldım uykuya. büyümüştü sabah uyandığımda, bildiğin pamuk helva kıvamında bir mutluluk tarifi yapabilirim o anda.

iki gün sonra, yaklaşık üçbin kilometre süren yolculuk boyunca bozmadı yanımdaki sessizliğini.  sonraki günlerde de... bilir misin, nasıl olur pamuk helva beklerse, işte öyle olmuştu hayallerim. koyu bir pembe ve yapış yapıştı duygularım. baş köşesinde yerini aldığı salonda çok meşk ettik kendisiyle. ben hep anlattım, o hep sustu. sesini hiç duymadım, o cdlerden yükselenden başka.

kimbilir nerede şimdi, sesi soluğu var mı ki yaban ellerde... aklıma düşürene sormalı. sesini duyar mıyım bir gün bir yerde acaba..?




Görsel / deviantART


.

30.01.2011

Zor Olan



beden yalnızlığına bulur bir başka bedeni,
yürektir yalnızlığı giderilmesi gereken.



.
görseli nereden aldığımı ne yazık ki kayıt etmemişim.

İçimdeki Benler Ona Götürür Mü Beni...

kaç yaşında olduğumun bir önemi var mı, hâlâ bir söze kanacak kadar çocuk bir yanım. o çocuğu, saflığını, inancını hep çok sevdim. hatalarından ders almayan yanını okşadım. özüyle, sözünün birliğine alkış tuttum. kısaca sevdim içimdeki çocuğu.

bir kadın var içinde yaşımın önemi var mı, hangi yaşta olursam olayım hep dur ve bir daha düşün dedi bana. bilge yanının ak saçlarını okşadım o kadının. o hep 50lili yaşlarında görüp geçirmişliği ile konuştu bana. içimdeki çocukla tutuştuğu çocukça kavgaları sevdim en çok. günün sonunda çocuğa yenik düşüp yaptığı hataya ağlamasına üzüldüm içten içe. kısaca sevdim içimeki kadını.

yeni yetme bir genç kız var içimde. sonsuz merakları ile hayata dört elle pamuk ipliği ile tutunan. nasıl dengesiz, nasıl şefkatlıi nasıl kıskanç, nasıl korkak, nasıl de cesur bir bilseniz. tanısanız seversiniz. ben onun büyüme telaşındaki doğruyu, iyiyi, güzeli bulma heyecanlarını sevdim en çok. kısaca sevdim içimdeki genç kızı da, en az çocuk ve kadın kadar.

dolu dolu yaşadım otuzsekiz yılı. her yılına değdi yaşamak. öyle mucizeler yaşadım ki; dönüp baktığımda, o an öyle gelmeyen... inandım beni koruduğuna. içimdeki her sesin ona ait olduğuna. dinlemeyi öğrendim, görmeyi, beklemeyi. arasıra içimin çocuğu yaramazlık yaptığında ağlamıyor artık o kadın. ve genç kız cesurca hâlâ ve inatla aşka tutunduğunda küsüp gitmiyor çocuk. ve kadın oturup ağladığında tutuyor ellerinden genç kız ve çocuk, okşuyor bembeyaz saçlarını, artık yaşlanmış kelimelerini alıyorlar avuçlarına ve o kelimelerden bir türkü yakıyorlar ona bağıra çağıra. hepsi biliyor çünkü, suç yok ortada, suçlu yok. akan gözyaşları çoğalıyor bir araya geldiklerinde. biliyorlar temizleniyor içindekiler. ağlıyorlar, gülüyorlar, görüyorlar... ve en önemlisi farkındalar; ancak hepsi bir aradaysa koca yürekli evren olabiliyorlar. seviyorum o evreni ve yüreğini. seviyorum kendimi, Ondan ötürü...

adımı taşımak hep ağır gelmişti bana, hep ezildim altında. bu kadar güçlü olduğum halde, omuzlarım tutuldu köşe başlarında. farkındayım artık, yükü omuzlara değil, yüreğe değil, Ona bırakmak gerekmiş. o zaman geliyormuş o boşluk hissini dolduracak olan huzur, o zaman seni buluyormuş yürekten istediklerin. bir isteğim var şimdilerde, dünyayı görmek istiyorum. tanımak, keşfetmek.  gören gözümün yürek kelimeleriyle dünyayı yazmak istiyorum. içimdeki evrenin, dışındaki evrende gördüklerini kaleme almak istiyorum. bana şans ver Tanrım.




görseli nerden aldığmı not etmemişim. :(


.

29.01.2011

Terk-i Emanet



defalarca geride kalan olsa da,
ölüm karşısında sus pus oluyor insan
bilse de ruhlar ölmez,
gene de avutan cümleler kuramıyor ölüm karşısında

emaneten bir deri içinde bulunduğumuz
zamanı gelince herkes gibi bizler de emaneti teslim edeceğiz;
toprağa, küle, havaya..
sonrası...
sonrası bilinmezlik
öncesi gibi...

dayım, teyzem, dedem, ninem, anneannem, büyükbabam, kuzenim ve fatma anne, ve ferit dayı ve Sen Tanrım;
bir emanetçi daha geliyor yanınıza, iyi bakın ona,
iyi adam diye bilirdik biz, insandı tırnak içinde
hataları olmuştur elbet bilmediğimiz bizim
ama hangimiz hatasısız değil mi
siz iyi bakın gelene
adettendir
misafir edin başınızın üzerinde


.

Strateji Oyunları





böyle mi gerçekten de, kadınla erkeğin ilişkisi bir strateji oyununun kurallarından mı beslenir. peki yüreğini ortaya koyup, yüreğin varsa gelirsin diyenler... onlar bu oyundan eli boş mu döner. hiç anlamam biliyor musun evlenilecek kız ile yatılacak kız ayrımını bir marifet sanan adamları. günün sonunda evlendikleri kızla yatamadıklarından gözleri hep dışarda olan ve kılıf bulunca hırsızlığa giden yalancıları.  evdeki evlenilen, dışardaki yatılana yenik düşer. ruhu parçalanır. zedelenmiş kişiliğidir artık beslediği. ne hayır gelir bilmem böyle bir evlilikten/ilişkiden

akşam dersi var bahanesiyle öğrencileri ile yatan kapı komşusu adamı anlatan arkadaşım üzülüyor kadının haline. ben anlıyorum, biliyorum o evde bekleyen evlenilecek kadın. dışarıdaki yatılacak. arkadaşım evlenilecek kadın olmak istiyor. ama sonunun onun gibi olmasından içten içe korkuyor. ben de ona soruyorum: neden bir kadın hem sevişilip, hem de yaşanılacak kadın olmaz ki...

sen öyle misin diyecek olan meraklı kedilere cevabım evettir. şaşıracaksınız ama benle  kahvaltı etmek de, yürümek de, dağlara tırmanmak da, bisiklete binmek de, piknik yapmak da, film izlemek de, balkon barda şarap içip, sabah kahvaltısı hazırlamak da güzeldir. ve evet, sevişmek de... bilene sorulacak durum da değildir bu, an anda kalır, anı yaşadığınla kalır, kalmalıdır.

lakin, ben kendimi biliyorum. hayattan aldığım keyfin, o keyfi büyütmek için harcamaya hevesli olduğum çabanın da son derece farkındayım. bu yüzden merakım, yüreğim ortada, yüreğin varsa gelirsin dediğimde, gelecek olanın kanının sıcaklığınadır.




.


28.01.2011

Ayıklama


hayat bazen sana da bir tepsi pirinç gibi geliyor mu? yani kucağında öylece tuttuğunda ve üzerine eğilip de ayıkladığında, anlarından hangisi kalıyor geriye... pürüzsüz ve beyaz olanlar mı, çerler çöpler mi... sahi, ne kalıyor geriye, ne kadarı senin elinde ve yüreğinde.

bazı sabahları düşünüyorum da; hani erken kalkıp kendimle kaldığım... bir gece önceyi düşünürken, gülümsediğim ya da ağladım... aklımın çerçevesinde yer etmiş resimlerle yüreğimin çemberine işlenmiş desenler arasında gelip gittiğim... kelimelerin peşinden sürüklenip, duyguların önünde güçlendiğim... kendim. ben kimim? ne istiyorum? ayıkla diyor arkadaşım, ayıkla... sevdiklerinle sevmediklerini, aslında istemediklerinden başla mesela diyor.

duam hep aklımda. benim dışımdakileri benden uzak tut, yüreğimdekini görmeme izin ver. birbir uzaklaşıyorlar hayatımda olmaması gerekenler, artık görevi, öğretecekleri bitenler. uzaktan el sallayarak geçenler oluyor, onlar hiç uğramadılar bahçeme. hiç oturup bir fincan kahveden kırk yıl hatır çıkartmadık ama geçiyorlar, ellerini sallayarak, uzaktan, belki dönüp gelecekler, belki de bir daha hiç karşılaşmayacağız şu hayatta. bazıları var, yıllar önce geçip gitmiş, rüyalarımda bile yok yeri onların. şarkılardaki anıları silikleşmiş, tüm şarkı onlara adanıp ağlanırken içli içli, şimdilerde bir tebessüm; iyi ki geldin geçtin...

sen uzaktasın şimdi, bir bilinmezin içinden çıkıp geleceksin. kimbilir kimin eli değecek tanışık olmamıza. belki karşılaştık bu hayatta. ya da ne bileyim, belki de geçtik uzaklardan bir el selamıyla... kimbilir sen neler öğreteceksin bana. neleri ayıklayacağım senden sonra. belki de çerler çöpler kalacak avucumda, belki de bembeyaz pirinç taneleri, kimbilir... ama ben iyi ki demeyi öğrendiğimden beri savurup atmıyorum, ne pirinçlerimi ne de çerlerimi çöplerimi. kayıp gidenleri ise tutmak gibi bir çabam yok biliyor musun. yok hayır! avuç içlerimin ağrısı değil bırakmalara sebep, diyorum ya izleyicisiyim artık hayatımın. tepsi önümde, çerleri çöpleriyle pirinçlerim de.



27.01.2011

Geçip Giderken Bırakılan Mektup



birşey yazmak için oturmadım beyaz sayfanın başına.
oturdum, parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirmeye başladım.
aklımda sürekli aynı cümle, yaz yaz oyna!

kendi senaryomuzu yazar mıyız gerçekten de... yaşadıklarımız kendi kaleme aldıklarımız mı, bunu daha önce de dillendirdiğimi biliyorum. ama gidip o yazıyı bulmak gibi bir isteğim yok. şimdi yine düşünüyorum. saplantılı bir şekilde inandığım ve ip uçlarını yakalamaya çalıştığım bir sırtımdan vurulma öyküm vardır. evet, bunu bir gün kısa kısa değil de, uzun uzun anlatmalıyım. ah! vakitsizlik... yazsam roman olur halleri üzerinden ne çok dert küpü biriktirmişim... hâlâ bıraktığım yerde duruyorlardır eminim. yani dönmek ve bulmak istesem kalıp gibi duruyorlardır karanlık köşe başlarında. ama dönmeye ve onları bulmaya niyetli değilim. bir başka romanda çıkarlar nasılsa karşıma. ben kendi romanımın peşindeyim. dert küpünde boğulmayacağım bir hâl, azap söküğü benimki, ben ipin ucunu bulacağım. bu aralar kalakaldı elimde karışmış bir yürek çilesi gibi kelimelerim. cümlelerim dağınık bir zihin örgüsü... Ah! evrenim, senin neyine öykü yazmalara soyunmak! sen önce kendi öykünü kurgula. mesela kırk yaşın kapıda, el sallıyor sana uzaktan. ne yapacaksın... nasıl bir karşılama, neredesin... neleri geride bırakmış olacaksın... neler ve kimler senin yanında. anı yaşa... geleceği planla... geçmişten ders çıkart... hangisi senin cümlen? sen duanı hatırla!

eğer yazan bensem, oynayan da, neden çözüm üretemiyorum vakitsizliğe. ne istiyorum. yani gerçekte yeni yapmak. sorular var kafamda. onlarca soru... cevabı hep aynı yere çıksa da korkuyorum. Ona teslim olmak değil bunca yıl bana öğretilen. kadere sahip çıkılabilir mi peki? bir yaşam öyküsünü, başarıya, anlatılası bir hale dönüştürmek kimin elinde? önemli bir toplantının ön hazırlığında gibiyim. neyi nasıl sunarsam, öyle kabul göreceğini biliyorum. dersime çalıştım. peki ya hayat okulumda sınıfı geçebilecek miyim?

geçip gidiyor kelimeler bu ara... hiçbiri kalıcı değil. düşlerim gibi. her gece ayrı bir düşe yatar oldum. sahi hangisi sahi? kısmet, diyor arkadaşım kısmet... ya kısmeti de biz belirliyorsak, yani yoğun bir istek duymaksa kısmetin bağıl dersi, hırs değil ama tutku belki, bir parça yani... peki korkmak doğru bildiğini yanlış yapmaya sebebse... yani bildiğinden yeterince emin olmadığın için, yazmaya korkmaksa cevabı. sanırım ben o dersi almayı unuttum vakti zamanında. belki de o yüzden şimdi elimde bir soru; ne yapacağım ben bu boruyu... güzel yazıyorsun diyorlar ya bana, merakım; güzel de yaşıyor muyum, yaşatıyor muyum acaba. öyleyse, bu sonsuz 'ne istiyorum acaba' hissi neden çıkıyor karşıma açtığım kapılarda. sıfatları terk ettiğimden beri, güzel yaşıyoruma yapılacak bir teşbihin kelimesi kayıp gibi...

sabah oldu gene. erken kalkıp yol aldım. bilmem gittiğim bir arpa boyu mu? yoksa boyumu çoktan mı aştım. bir hayalin peşinden inançla gidebilenlere hep imrendim. ben neden o insanlardan biri olamadım. neye inanıyorum... neyi istiyor bu yürek... nedir bunca soru... nicedir düşlediğime hazır değil miyim hala... yoksa korku sarmış dört bir yanımı da, aşktan sandığım körlüğü mü yaşıyor gözlerim kapkara...

geçip gidiyorken şu hayatta, üç nokta bir soru işareti bırakmak istedim sana. şimdi usulca ayrılıyorum bu satırlardan. cevapların hepsi yol gösterecek biliyorum. onları okumak için sabırsızlanıyorum. farkına vardığımdan beri, yani cevapların bende değil de sende olduğunun, daha bir dikkat kesildi yüreğim. artık dört yürek seni dinliyorum.


AŞKla,




.





25.01.2011

Aydınlık Yüzlü İnsanlar



Aydınlık yüzlü insanları seviyorum.
Sıcak kanlı oldukları gözlerinden okunan insanları da...




.

Parlamak





yürüdüğün engebeli bir yolsa, yola bakarsın düşmemek için
yol düzleştiğinde görürsün gökyüzünü
o zaman fark edersin, yıldızların güneşin yanındaki sönüklüğünü
yıldız geceye ihtiyaç duyar parlamak için
sen AŞKa...
hep, AŞKla...




.

24.01.2011

Düş Döngüsü



bazı gecelerim vardır kaleme alınmış, bilirsin, müzikler geçer içinden, yağmurlar ve yalnızlıklar... ben geçerim geceden, o benden geçer... yürek kalır elimde, bir kedi mırıltısında ortak eder kendini kurduğu düşe. dalar sonra uykuya, uyanır bir kedi mırıltısında ellerim, uzanır boşluğa, tutunur gene, yine ona... içimden bir müzik geçer, o geçer yüreğimden, ben geçer giderim düşlerimden... gün başlar, yeni bir düş niyetinedir kelimeler... hep aynı şeyi anlatsa da, yenidir işte, yine, gene, ona...


.

21.01.2011

Tuvaletteki Gözyaşının Esrarı




tuvaletten çıkıyordum, sıralanmış kelimelerim koşar adım uzaklaştılar benden...
bir kovalamaca başladı; ilk kulvarda: aşk!
hemen ardında; tuz...
onu yakın ara takip eden; mor...
bir baş ardında; göz...
en arkada ben...

kurduğum cümlelerin dağılmış kelimelerini yakalamakla geçen ömrümün koridorunda kırıkları yürek duvarlarıma yapışmış cümle parçaları: özneler, yüklemler, zamirler, sıfatlar ve daha neler neler... iyelik ekleri ve bağlaçlara ne demeli peki...  

karanlıkta kelime yordamı yürüyorum. bulduğum her kelimenin birbirinden bağımsız ve bir araya geldiklerindeki güçleri karşısında dağılıyorum. kurduğum her cümlenin yetersizlik ifade eden yarımlıklarına bakıp, bir parça hüzünleniyorum. bunu, akmaya her daim hazır yaşımın gözümü umarsızca terk edişine bağlasan da, ben hüznümü artık kelimelerin ardından değil, esen rüzgarın karşısında herşeye rağmen ayakta durmaya çabalarken akıtıyorum. akışı ters bir nehirde boğulmak üzereyken son çırpınışta tek bir cümle kuruyorum:

sen varsay ki, ben tuvalette gizli gizli sende kalan kendime ağlıyorum.



.

Görsel / DeviantART

18.01.2011

Ölmek



boş... evet boş... aslında dolu. evet, bildiğin dolu.
ya da boş, bomboş...
ölüm... düş... gerçeklik... yaşam...
ya da
ölüm düş
gerçeklik yaşam

boş... evet boş... aslında dolu. evet, bildiğin dolu. ya da...
'ya da' sı yok...
ölüm bir düş... gerçekliği tezahür edilemeyen 
ve yaşam bir gerçeklik hali değeri bilinmeyen...


.




17.01.2011

Mucize Kabilinden


tam karşımda duruyordu, tren beklerken ben, oturmuştum bir bankta tek başıma. transit yolda vızır vızır sesleri ile geçen araçlara dönüktü yüzü(m).yaşamın anlamını sorguluyordum. neden şimdi, neden ben, neden buraya gelmiştim, tüm sorular dönüyordu kafamda, sanki cevabını bulabilecekmişim gibi. kafamı ne yöne çevirsem gözgöze geliyorduk, benim gözümü kaçırma şansım vardı, o ise sadece duruyordu. o, treni yoldan ayıran tel örgünün hemen dışında, transit yolla tel örgüyü ayıran metal bariyerin hemen önündeydi. aradaydı. daracık bir ara. nefes almanın en zor yerinde, daracık bir yerde, bir yanı telden bir örgü, bir yanı metalden bir duvar... uzundu boyu, ve inceydi boynu. duruyordu. öylece beyazlar giymiş, boynunda sarı bir fular, arabaların rüzgarında savruluyordu. ince boynunu uzatmıştı bir iyice, güneş değsin istiyordu yüzüne. uzadıkça, savruluyordu arabaların rüzgarından ve üstelik hava giderek kararıyordu. son bir çaba gibiydi, kırmızı arabanın rüzgarından kurtarıpta uzatışı kendini, trenin yanaşması ile birlikte yere değiverdi mağrur başı. trene binmekten vazgeçtim o anda. merak ediyordum, o yerle bir olmuş bedeni ile ne yapacağını. tren uzaklaştı. o duruyordu. yavaş yavaş ayağa kalktı. temkinliydi, geçen her arabada, savrulsada ince uzun bedeni, dimdik tuttu başını güneşe karşı. savrulsa da rüzgarda, dağılsa da bir trenin büyüklüğü karşısında; çiçek bile açmıştı papatya... kendime bakıyormuşum onca zaman, yüreğim öyle dedi. burada, şimdi, neden ben'in cevabını verir gibi... Temmuz 2009 / Bursa



.



15.01.2011

Yaşamak



bir ara, uzun bir ara ama, alnımdan öpülmeye ne çok anlam yüklemiştim.
sadece ona mı, yağmura, şiire, çiçeklere ve yüzlere...
ve daha nelere kimbilir...
şimdi yüklediğim bütün anlamlarından soyuyorum kelimeleri.
yenilerini de yüklememeyi umut ederek.
sıfatsız olsun kelimelerim, pekişmese de olur anlamlar... 
YAŞAMAK YETER!


hiç olmadık bir zamandadır bir ânın bir kez daha yürek yüzüne çıkışı ve öylesinedir ki, yürek büzüşür kalır. o anda anlarsın, bunun adı yaşamaktır... iyi ki, dersin... bir fısıltı ile sadece, iyi ki...


.

14.01.2011

Adım



uzun içten bir girizgahı vardı mailin.
samimi ve sıcak.
uzaklardan ama alabildiğine yakından.
yürekten geldiği belli,
yüreğe deyeceği kesin.
okudum ve ağladım.

kafamda uzun zamandır aynı soru
ben kimim?
bir cevap daha geldi,
yürekten.
okudundu yürekle.
eşlik eden gözyaşının bir anlamı vardı.
bende saklı kaldı.
kalacak.
içimdeki çocuk o saklıya tutunacak.

evren yalnız olmadığımı hissettiriyor,
benzer bir yürek atışının güvenini veriyor.
tanıdık bildik bir sığınak gibi..
novella gücümü hissettiriyor.
nerede nelerin saklı olduğunu gösteriyor. aslında öğretiyor.
yol burdan gidiyor ama o seni götürmez sen yürümelisin diyor.
rüyalara giren ak sakallı derviş gibi :)
dedim ya evren de novella da iyi geliyor bana..
ama en iyi gelen ne biliyor musun?
novella nın evren olduğunu bilmek, onu keşfettiğini bilmek..
.

13.01.2011

Yalnız Çınar



O, yalnız bir çınar
O, yalnız ve büyük bir çınar
O, Nazım ve gün gelecek kardeş insanlar birbirine
Onun şiirleriyle bakacaklar

iyi ki, kelimelerinden geçtim,
üzerimde yaprak yaprak izleri

iyi ki, duygularını hissetti bu yürek
bir annenin ninnisi bir babanın gücü kuvveti

iyi ki çınar, yalnız ve bahtiyar ve ille ki ulu bir çınar
dilim varmıyor ama; iyi ki uzakta
burada olsa, buralarda yani,
görse bu zamanlarını uğruna hasretlik çektiğinin
ne çok acırdı yüreği
ne çok!









Görsel


.

Kitap



sevmek; bir kitabı okumak gibiydi,
aşk, bir kitapta sevdiğin cümlelerin altını çizmek...


ilk görüş denen "şey"e hep inandım. ilk izlenim! elektrik alma... kavramın içinin ne ile doldurulduğunu önemsedim. yaşanan topluma, öğrenim biçimine, süresine ve kişinin entellektüel seviyine göre değişikik gösteriyordu göstermesine de anlatılmak istenen birdi: o kişiye karşı yüreğin kıpırdayıp kıpırdamadığı. yüreğin kıpırtısı sevdaya dair değildir sadece. yürek, hoşlanmadığında, korktuğunda, endişelendiğinde de kıpırdar. ve bazen durur. bekler bir süre. bir süre; bir kaç saniye ile de ölçülebilir, bir kaç yıl ile de.

geçmişe dönük bir kıpırtı haritası çıkartmaya kalksanız, ilk izlenimlerinizin yaşadığınız ilişkiye dair ne çok ip ucunu ellerinizin ortasına bırakıverdiğini fark edersiniz. ama eller bir karar noktası değildir. onlar bir ifadeye dönüşüverir hemen. aşksa hissedilen, kanat oluverir uçmaya hazırlanan ve endişeyse içimizdeki zırh oluverir bedene, sarıp sarmalarken. korkuysa, bir yumruğa dönüşür, en güçlüsünden. hal böyleyken ne ucun farkındadır insan ne de ucun nereye varabileceğinin. 

bir kitabın cümleleri, yüreğinin kıpırtısının resmedilmişidir, söze dökülmüşü... insan neyse, neye özeniyorsa, neyi düşlüyorsa, ne eksikse, ne kendinde fazlaysa onun altını çizer. insan bir kitapdaki bir cümlede aslında kendini çizer. neden aşkı bir kitapdaki altı çizili cümlelere benzettin derseniz, cevabım basit. aşkta da insan,  neyse, neye özeniyorsa, neyi düşlüyorsa, ne eksikse, ne kendinde fazlaysa karşısındaki insanda onların altını çizer. aşk bir kitabın altı çizili cümleleridir yargısı,  kitabın tamamına, anlattığı öyküye, kurgusuna, kahramanına değildir kesilen dikkat demek ister. dikkat sadece altı çizilen cümlelerdedir'in altını çizer. cümleler hiç değişmez. ama zamanla insanın bakış açısı değişir. ve aşk, ilk günkü gibi değildir. cümleler de çizildiği yerden eksilir. zamanla, altı çizili cümlelerden sadece bir kaçı akılda kalır. onca çizilmiş cümle ise bekler bir anını. an gelir, yürek geçmişe uzanır, aradığı cümlesini eliyle çizmiş gibi bulur çıkarır.

güzel gözlüm! ben sana hep en dertli zamanlarımda meylettim. sen bir avlu ortasında yürektin, ben ne zaman nefes almak istesem sana geldim. sen bir nefes kadar yakındın bana, ben bunu hep yürekardı ettim. affetsen dedim de, ne yazar be güzel gözlüm. affetsen ne yazar... artık kapılarımın hepsi kör duvar. nefessiz kalan yüreğimin karasıdır gördüğüm. sen yürek karası nedir bilir misin? bilme güzel gözlüm, senin yüreğin turuncu kalsın. ne vakit senin sımsıcak yüreğini düşlesem, fark ederim, sen bana bir nefes kadar uzaksın. ve lâkin, artık çok uzağımdasın.
.

12.01.2011

11022011



o günün bir önemi yok biliyorum, dizilişinden başka! o güne anlam yükleyecek çok olacak ama. bir gün öncesinden ve hatta bir gün sonrasından bir farkı olmasa da, o gün çok anlamlı olacak bazılarına. benim içinse bir cuma olacak, sıradan bir cuma. seni tanıdığım günkü kadar sıradan. seni öptüğüm günkü kadar... seninle yediğim ilk dondurmanın tadı kadar sıradan. ilk yaptığımız kavga kadar sıradan... o gün benim için sıradan bir cuma olacak, perşembeyi takip edip, cumartesiye bağlayan herhangi bir cuma.

ben sıradan bir günün sonunda ağlayacağım ardından. her şeyin sıradan bir cuma başlayıp, olağan bir cumartesiye bağlandığı sabah, kapıma gelişini hatırlayacağım. elinde bir demet papatya, cumartesiyi sıradan çıkartacaksın. pazara dönüverecek gün ben hiç anlamadan. koynunda uyuduğum sıradan bir cuma akşamını hatırlayacağım ardından. herşeyin sıradan olduğu bir zamanda, senin sırasını atladığın kelimelerin gelip boğacak beni. ben sıradan olmayan bir aşkı, sıradan bir yürekle karşılamana şaşıracağım. sıralanmış onca kelimenin içinden, hiç sırası değilken söylenmiş, arkadaş kalalım mıyı duyacağım ve ben hiç ağlamadığım kadar ağlayacağım, hiç ağlamadığım kadar sıradan bir ağlayışla, senin gittiğin sırada cumayı tam da sırası diye cumartesiye bağlayacağım.

tarihlerin de günlerin de bir önemi yok dizilişinden başka. oysa anlar öyle mi? seni ilk öptüğüm günü hatırlamasam da, ilk öptüğün an şimdi bile dudağımda. peki ya karşılaştığımız ilk anda belime sarılışın... o yok mu sanıyorsun belimde hâlâ... yürüyerek vardığımız o dondurmacıdan aldığımız dondurmanın çeşidini hatırlamıyorum evet, evet günü de hiç aklımda değil ama ne var biliyor musun sevgilim, o dondurmanın bitiminde, külahın o en dibinde, tam da köşe başında, göz göze gelişimiz bir mıh gibi kazınmış benim gözlerime. ah! sevgilim günlerin bir önemi yok, tarihlerin de, o ilk kavgadan sonra çekip gittiğin yan oda var ya, o oda da yok artık evimde, ama ne var biliyor musun sevdiğim, o kavganın yüreğimdeki izi var. işte o izin anı var da, ne günü, ne de saati yok biliyor musun bende? tıpkı seni sevmenin günü, saati, tarihi olmadığı gibi. sonsuz anların, sonsuz anıları var sadece yüreğimde...




.

11.01.2011

Yolculuk




bir yolculuğa hazırlanmayı sevdim şu hayatta, bir de seni...


yolculukları hep çok sevdim. her yolculuk öncesi, aşkın ilk halleri gibi... kurulan hayaller, sonsuz heyecan, uyku tutmaz gece... buket uzuner, bir Şehir Romantiği'nin Günlüğü'nde mi söz ederdi, bir şehre aşık olmak bir adama aşık olmak gibidir, diye... gezi kitapları okumayı hep çok sevdim. nereye, nasıl gidiliyor olursa olsun hep okudum. kendi gitmek isteyip de gidememelerimin acısını hafiflettikleri için, en olmadık zamanlarda ben tanımadığım insanların adımlarında tekrar yolumu bulmayı denerim. yol önemli, yolcu da... hem ne demişler "bir kişiyi tanımak istiyorsan, onunla yola çık." ben kendimle bir yola çıktım. derdim ben. kendim. kimim?

çetrefilli bir yol ayrımında durdum. hangi yoldan nereye gidecektim... eskiden bu karar verme hali o kadar çok zamanımı alırdı ki, yol kaçardı. yolcu yolunda olurdu ve hatta varırdı gideceği yere, ben karar verdiğimde. o yüzden bu sefer hızlı davrandım. yolcu olacaktım. aklıma gelenlerin başıma gelmesi halinde de, kısmet deyip, yolculuğumun tadına varacaktım. giderken hemen geçiveren zaman, dönüşte bitmek bilmedi. okudum olmadı, yazdım olmadı, dinledim olmadı, konuştum o da olmadı. sustum. öylece hiçbir şey yapmadan sustum. zamanın üzerimden geçmesini bekledim. zamanın içinden geçip gidebilmeyi istedim.

zaman üzerimden geçerken;

bir şehirdeyim. deniz kokulu bir şehir. şimdi uzak bana ama bir o kadar yakınım hâlâ ben ona... dün sokaklarında yürüdüm. bildik, tanıdık yüzler de vardı, hiç tanışmadığım, tanışmak istemeyeceğim yüzler de. yürüdüm, martılarla simit yedim. bir kahvenin tahta sandalyesinde otururken, deniz kokusunda buldum onunla geçmişimi: zaman üzerimden geçerken benim onu ne kadar es geçtiğim gerçeğiydi, güneşli günde, rüzgar gibi suratıma çarpan. O, bir şehirden fazlasıydı benim için. ben bunu ondan geçip gittiğimde anladım. zaman geçti üzerimden, ben geçtim gittim ondan. şimdi ne kadar uzak bana o şehir, oysa ne kadar yakınım ben ona hâlâ...

zamanın içinden geçebilmek;

bir şehirdeyim. dağ kokulu bir şehir. şimdi yakın bana, aslında bir o kadar uzağım ben ona hâlâ... hemen hergün sokaklarında yürürüm. bildik, tanıdık yüzler de var, hiç tanışmadığım, tanışmak istemeyeceğim yüzler de. yürürüm bu şehrin sokaklarında, kedileriyle simit yerim. parklarında oturup, yeşilin kokusunda geleceğimi düşlerim. zamanın içinden akıp giderken ben, o beni es geçmez bilirim. O bir şehirden fazlası benim için. zamanın içinden geçerken anlıyor insan; bazı şehirlere aşık olunur, bazı şehirler sevilirler sadece.

ve aşk; her geri döndüğünde kopmamış bir bağın iplerini veriverir eline. sen elinde iplerin dolaşırsın şehrin sokaklarında. hangi şehirde olursan ol, bazı şeyler yakındır sana ve sen bir o kadar uzağındasındır herşeyin aslında. aşık olmanın, şehri, çocuğu, çiçeği, böceği olmadığını, aşkın yüreğinde olduğunu keşfedersin zamanla. bunu keşfettiğimden beridir, her gittiğim şehir, bir sevdaya gitmek gibi... bazen eski, bazen yeni... ille de heyecanlandırır beni.

aldığım notlara göz gezdirdim az önce:

"kara sevda;

2011 Ocak ayında bir bahar mevsimi yüreğim. bir gece önceki hüznüm yer değiştiyor güneşin ışığında saklı umutla. benim kara sevdam! kokusunu duyuyorum önce, çekiyorum derin derin içime, anılarım canlanıyor her bir nefeste... üçüncüde yanıyor genzim. derinliğinden vazgeçip, nefesimi bırakıyorum kendi ritmine. artık canım yansın istemiyorum. hiçbir şey canımı yakmasın. genzim bile yanmasın artık! istiyorum. dışarıyı seyrediyorum, geçtiğim sokakları... herşey ne kadar tanıdık ve yakın, herşey ne kadar yabancı ve uzak artık bana. uzanıp tutuveriyorum bir kaç anıyı daha. bir kaç adım atıyorum, taşları bilmem kaçıncı kez yenilenmiş kaldırımlarda. yüzümdeki son hüzün çizgisi de bırakıyor yerini umudun izlerine. gülüşümün derinliği kazınıyor yüzüme. gözlerim ışıl ışıl yine. içimde kara bir sevda, dışım feryat figan... artık herşey uzak bana ve bir o kadar yakın hâlâ... bir orman yolunda ilerliyorum. ağaç dallarından feryatlarımı topluyorum tek tek. sonra figanlarımı... ağaç dalları ne kadar yakın bana ve ne kadar uzak bir bilsen... seni özlüyorum, uzandığım her defasında.

hayat, bir yolculuğun ayrımına var diye, başka bir yolculuk daha sunuyor sana. buna hep inandım. sen yolcu olmak iste, yol çok... sen gitmeyi istedikten sonra... ben yolculuğu, yolcu olmayı, yolu seviyorum. hiç tanımadığım kültürlerin, tanımadığım sokaklarında gezerken karşıma çıkan insanları o kadar uzağımda sanırken, o kadar yakınımda bulduğuma artık şaşırmıyorum. yakın da uzak da biz, yüreğimizdeki sevgi. bunu biliyorum. yürekli insanları seviyorum. ben yürekli bir insanım, kendimi seviyorum. bir yolculuğa hazırlanmayı sevdim şu hayatta, bir de seni... derken, o yolculuklarda seninle olmayı ne kadar istediğimi fark ediyorum. sen uzaklarda olsan da, hergün, her defasında, bana ne kadar yakın olduğunu hissediyor ve heyecanlanıyorum. yüreğimde sen, ben bil(me)diğim şehirlerin sokaklarını seninle adımlıyorum. "
bugün herşey uzak bana, ve bir o kadar yakın...
seni çok özlüyorum.



.

9.01.2011

Bulmak




deneme -IV-
aramak mı bulmak mı...


herşey bakmakla başlıyordu. daha da öncesinde nereye bakacağını bulmakla. bulmak, aramak demekti. aramanın sürdürülebilirlik arz eden devingen bir yapısı vardır, bana göre tabi.  aramak, sözünü ettiğim tanımı karşısında, sonsuzlukla eş değer gibi... ya da bana öyle geliyor. aramanın ve bulmanın bir sonu olmadığını keşfettiğimden beri, bir yaşam biçimine döndürebildim bakmayı ve görmeyi. bulduğum herşeye önce baktım. sonra üzerine düşünüp görmeye çalıştım. bütün işi akla bırakmadım ama, yüreğimi de soktum işin içine.

görmek yetmedi bir süre sonra, ses istedim. önce işittim, sonra anlamaya çalıştım yani dinledim. yazıldığı kadar kolay olmayan bir farkı var; bakmakla görmenin, işitmekle dinlemenin. kişisel bir çabayı, farkındalığı ve gelişmeyi ön koşuyor. bu koşuda insan çoğu kez bitiş çizgisine varamıyor. peki ya ben... yaşamak kendi iç yolculuğunda kaybolmaktır aslında, diye düşününlerdenim. peki kaçımız bakmak yerine görmeyi, işitmek yerine dinlemeyi seçerek, açılan kapılardan içeri giriyor ve kendi labirentimizde kaybolmayı göze alabiliyoruz. bazen bu iç yolculuk, özellikle de denememiş biri için beyhude bir ömür törpüsü anlamına gelebilir. kimde ne çağrışım yapıyor olursa olsun, iç yolculuk kendine bakmayı istemekle başlıyor. kendi üzerine düşündükçe görüyorsun; olmazlarını, olurlarını, kabul edilemezlerini, kabul edip mutlu mesut yaşayıp gittiklerini, iyilerini kötülerini, siyahlarını, beyazlarını... ve evet, varsa grilerini... görmek, konuşmaya başlayan bir ses gibidir. konuşur durur... hiç susmadan, bir es bile vermeden. bir nasılsından sonra, cevabını beklemeden... ses... biteviye bir ses. çıldırtan, ağlatan, poh pohlayan, bağıran, kızan, küsen, gönül alan bir ses... ses sadece akıldan gelir sanırsın, işittiğine delilik denmesin diye, iç ses dersin hatta anlamının üzerinde çok da durmadan. kendinle konuşursun ama kendini dinlemezsin. geçmesi gereken sürenin sonunda fark edersin. geçmesi gereken süreyi belirleyen ana unsur senin bulmayı ne kadar arzuladığınla ilgili olabilir mi? belki...

bulduğunda fark edersin, işittiğin akıldır, duyduğun yürek. akılla yürek, bakmakla görmek gibidir, işitmekle dinlemek. yazılması kolaydır ama o farkı anlamak için kendinden bir adım uzağa gitmeye ihtiyaç vardır. bir adım uzaktan kendine bakabildin mi, yani yetiştiğin ortamdan, kültürden, çevreden, anlayıştan bir adım uzağa çıkabildin mi, görmenin lezzetine varırsın yanı sıra duymanın... lezzet tek değildir, duyduklarınsa hep güzel bir ritm olacak değil. farkındalığının içine hapsolup mutsuzluğu da seçebilirsin, mutluluğu da... ben üçüncü bir yol gördüm: izlemek. izlemenin, tıpkı aramak gibi sürdürülebilirlik arz eden devingen bir yapısı var. iki uç arasında gidip gelen hezeyanlarımı, hüznümü sevmeyi seçtim. kendimde sevmediklerimi değiştirmek için çaba harcadım. yüreğimi dinlemeyi seçtim. daha önce de dediğim gibi, yüreğimi çürütmüyorum artık. onu gördüğüm duyduğumdan beri, çektiği onlarca acıyı anladığımdan beri...

iyileşmek, yüreğini görmekti, anlatmak istediğini duymak. aramaktı çıkış yolunu, koridorda ilerlerken gördüğün her ışığa umutla koşmaktı... koşarken, defalarca düşmekti. ışığı gördüğünü, sandığından ayırabilmek için bakmaktan vazgeçebilmekti... attığın çığlıkların koridorunun duvarlarına çarptığında çıkarttıkları yankıları;  işittiğin onca sesten ayırabilmekti iyileşmek. ve iyileşmek; gördüğün, duyduğun ve bulduğunu anlatabilmekti kendine. önce kendine söylemekti iyileştiğini... kendine bakıp kendini görebilmekti. herşeyinle sevip kendini, inanabilmekti Ona, iyileşmek.




.

8.01.2011

Direnmek


deneme -III-
dipe vurmak ya da reddi iyileşme

farkına varır insan, dibe gidişinin... dip nedir bilmese de bir düşüşü hissedebilir insan. eğer yazmak eylemi bir hastalık sürecinin, bir dipe vurma, kendini kaybetme ya da yürek kırığı gibi hallerin sonucunda ortaya çıkmışsa, insan doğal olarak iyileşme sürecine bilinç altında bir direnç gösterebilir. yazmanın yarattığı -hele de olumlu geri dönüşler varsa- heyecanlar, ya iyileşirsem o zaman yazamam duygusu ile girdiği çetin mücadeleyi açık ara farkla kazanır. egonun şişkince tavrı burada belirleyici olandır. bu çok da olası değilmiş gibi gelse de, ben kendi deneyimimden yola çıkarak bunun mümkün olabileceği konusunda ispatlar sunabilirim. insan böyle bir süreçte, kendi hastalıklı yanıyla bağının hiç kopmasını dilemeyeceği bir dostluk bile kurabiliyor. dedim ya, ego sağolsun. öyle ki, zaman içinde, kurgusunun nerede başladığı, gerçeğinin nerede söze karıştığını unuttuğu öykülere imza bile atabiliyor. o öyküleri yazabildiği için de kendini hemen bir başka sınıfa dahil etme eylemin de bile olabiliyor. burada egoya bir kez daha selam etmek gerek.

insanın en hastalıklı döneminde iki tip betimlemenin sıkça karşımıza çıktığını görürüz: karanlık, ışıksız ortamlar ve dipsiz kuyular. bu, biraz dikkatli bakıldığında tam da "kaybedenler" psikolojisidir. dibe vurmuşluğun resmidir. o resimden, o hüzünden, kederden, ve o mutsuzluktan beslenerek oluşturduğu çemberin, giderek kendini boğduğunu bile fark edemez insan. hüzün denizlerinde yüzmektir yaptığı ve bir denizde olduğu için kendini özgür sanmaktır en büyük yanılgısı. ayak bileğine bağlı taşının, o en büyük gözyaşının yani, asla kurtulmak istemediği prangasının bile onu terk ettiğini fark edemeyeceği bir kaosun içinde hissedilen özgürlük... ne de travmatik bir hastalığın emareleridir oysa... 

ilk bulgular anlatmakla çıkar... sonsuz kere anlatılsa da, ilk kezmiş gibi girilen krizler... sorular, sorulara cevap bulma arayışları ile sürüp giden bir fasit döngü! inkar başka bir boyuta taşır kişiyi. olmamış gibi davranmak, böylece olmadığını varsaymak ve zamanla unutmak demektir. unutmak mümkün olsa, olmadığının kesin delilini sunabilmek mümkün olacaktır bir varsayıma göre. ama kişi tam da bu noktada, unutmak diye birşey olmadığını fark eder. durum yaşanmıştır. kabulü için gerekli olan şartları anlamlı bir zemine oturtma çabasıdır sıralanan bahaneler. bir gün bahaneler de biter. zaman kendi bildiği hızında akıp giderken, çekmecede saklanır gerçekler. unutmak için değildir bu ortadan kaldırış, sadece bazen soğuması için gözden, yürekten, akıldan uzaklaştırmak gerekir. uzak diye bir yer yoktur, böylece öğrenir insan.

tam da bu noktada, kuyu saklanmak için iyi bir yerdir. üzerine kapatılacak kapağın ucunda eğer varsa bir de ip... işte orada tutunmak da mümkündür. hüzün denizlerinde yüzmek ve kendini özgür hissetmek yanılgısından farklı olmayan bir yanılgıdır ipe tutunmak. kendi ağırlığınca dibe gider kişi, kapak sıkışır, zamanla hava da tükenir... dip ulaşılmaz bir dipsizliktir. direnmek boşa çekilen bir kürektir. çıkan ilk fırtınada kürek sislerin içinde kayıp giden ve sonsuz grilikte uzayan bir felaket habercisidir. ip bırakılır. dip yükselerek gelir insanın durduğu yere. düşmenin anlamsızlaştığı yerdir dip. kapak, boşalan ipin salınımı ile yerinden hareket eder. bir ışık... gökyüzünün pudra mavisi gözünü alır, koyar güneşin yanına. aldığın her nefes, dıştan içe bir iyileşmedir artık. kabukları dökülür yaralarının. teninin parlaklığı, gözlerinin ışıltısı ile uyumlu beraberliğin resmi alay geçididir. ilk yüreğe çarpan; geçmişin acıtmıyor oluşudur. zamanla geçmişle yoğrulmadığını fark edersin. ve hatta bir gün, hiç beklemediğin bir anda, geleceğe dair plan yaparken bulursun kendini.  güneşin yanına kurulursun bir akşamüzeri, şimdinde oturup anın tadına varırsın. iyileştim bile demezsin artık, çünkü hasta olduğunu hiç hatırlamayacağını sanırsın. bir gün bir sabah vakti, sen sol yanının neden sızladığını düşünürken, bir yağmur yağar dolu dolu. sen iyileştim ben diye bağıra çağıra ağlarsın. yağmur dolu dolu yağıyordur, sesin duyulmuyordur. kendini bile ikna edemezsin. düşmeye devam ederken, farkına varırsın; dip diye birşey yoktur...



.

7.01.2011

Yazabilmek



deneme -II-
bir soru, bir cevap ya da sen hep yaz, emi!

herkesin yazma serüveni bir acıyla başlamaz. ama benimki öyle başladı. bir acıyla. ilk başta tarifsiz gibi gelen, sonra betimlenesi bir hal alan ve en sonunda da o acıya birebir uyacak kelimelerle karşılaşınca açıkca ifade edilen bir acıyla.  o nedenle, ne zaman birine yaz desem, bir bedduanın sınırında gezinen bir temenni olduğunun son derece farkında olurum.   öte taraftan inanırım ki yürekte ne varsa dil onu söyler.  yüreğin samimiyeti dilde gösterir kendini. bu yüzden yaz derim ben, yazmak bir iyileşme sürecidir diye düşündüğümden. yüreğin er ya da geç iyileşeceğine olan inançtır benimkisi. ne olursa olsun yazmak tedavi etmektir benim için. daha doğrusu eli kalem tutup dilli yüreğine söz geçiremeyenler için. kendinle birlikte okuyanı da tedavi eder yazmak. o yüzden güçlü bir savunucusuyumdur fikrimin: yazmak tedavi eder. ne ulvi değil mi buradan bakınca. kabul etmeli, insan kendi kendinin doktorudur, bazen de cerrahı... kesip atılması gerekeni kesip atacak olan da sen, onu oraya dikecek olan da... iyileşip ayağa kaldıracak olan da sen, kendini en ince yerinden kanatıp yataklara düşürecek olan da... bunlar kelimelerden yola çıkıp, yüreğime vardığımda dökülenler. belki de benim dışımda kimseye uymaz biçtiğim kumaş. belki de birilerinin üzerine dikilecek bir kıyafettir biçtiğim. ben gene yine de okur olarak, yazanın yüreğinden geçeni bilmeyi isterim. bu yüzden de hep, yaz derim. bir yazan olduğumu düşümdüğümden de, belki de asıl uğraşım kendimi keşfetme yolculuğunda kendimle karşılaşabilmektir.

yazmak iyi eder diyorum ama bir yandan da biliyorum; iyilik görecelidir. en acı veren zamanlarıma dönüp bakıyorum da şimdimin iyileri olmuşlar vakti zamanında bana. güzellik de elbet aynı derece baktığın yerden görmekle ilgilidir. acı, keder ve hüzün olumsuz gibi görünse de, iyilik, güzellik, huzur insanı cezbetse de, hepsi bizim için. bizden değil mi... geçmişteki acıları düşündüğümde yazdığım gibi, "iyi bir yıl olacak geçmiştekiler gibi." derim ben. geçmişe baktığımda en keder veren, en dibe vurduran, en onarılmaz yaraları açan bir aşka bile "bugün olsa gene yaşarım" dediğim gibi. çünkü her acının öğrettiği birşey vardır bu evrene. ve ben evreni öyle severim. acıların içinden de bir iyi ki bulabildiği için...

yazmak bir iyileşme süreci ise ve yürek her seferinde elinde kalemi, akla yön veriyorsa; çıkarımsal bir yaklaşım belki ama yazmak aslında bir yürek işidir diye düşünüyorum.  bir yazan olarak çoğu zaman kendim/l/e konuşur gibi yazmayı sevdim. kendime kendimi anlatmak hali de diyebilirsiniz siz buna. yüreğime baktım, acın kalmadıysa, yazacağın da yok mu yani dedim. o gün bugündür daha çok, daha sık yazıyorum. kendimi kendime daha çok anlatıyorum. yazmanın bir serüven olduğu duygusu daha çok kaplıyor benliğimi. gidemediğim, göremediğim uçsuz bucaksız ovaların, boyumu aşan yabani otları arasında kaybolmayı seviyorum, yüreğimi o ovalara bakan karlı dağlara benzetiyorum. vakti zamanında yağan karların çoraklaştırdığı duygularım olsa da, kendime sıklıkla, yaz emi diyorum. artık bunun bir bedduadan çok iyi niyetli bir temenniye eş değer olduğunu biliyorum. anlatmak, iyileşmek için bir kapı açıyorsa eğer, yazmak bir koridordan geçmek gibidir. ben o koridordan geçiyorum.



.

6.01.2011

İyileşmek



deneme -I-
içimden düşünce, dışımdan söylence...


yaraları ile dolaşan onca insandan ikisinin, karşı karşıya geldikleri anda birbirlerinin acısını anlatarak iyileştirmeye çalıştığına şahit olmuşumdur çok defa. anlatmak, hissedilenlere merhem gibi gelse de, sonrasında, yani tek başına kalındığında ciddi travmaların eşlik ettiği bir iç yolculuğa çevirebilir yüzünü... bir seferinde, kendi kendime kaldığımda, beyaz boş bir kağıda çizdiğim sarmalların arasında sıkışıp kalan kelimelere takıldım. "evet, sen bir düşsün, ve lakin gelinen şu noktada, artık yakamızdan düşmesi beklenen bir gerçeksin."

bunu neden yazdığımı hiç bilmediğim bir dönemden, bunu yazdığım her keresinde acımdan kıvrandığım o gecelere hangi kapıdan nasıl geçtiğimi hatırlamıyorum bile. bilinç altımın kustuğu kelimeleri anlamlandıran olaylar zincirinin bir iz düşümü kendi değer yargılarımdı... bu; benim kendimi avutma uğraşında bulduğum bir çıkış noktası, denize düştüğüm zaman sarılacağım bir yılan gibiydi. yargılar/ım!

bir sac ayağı düşünün, inanmak, güvenmek ve sadık olmak üzerine kurulu... bu sac ayağının en büyük depremi ise; inanmamak, güvenmemek ve aldatılmak... öyle çok olay anlatabilirim ki şu dört onluk yaşımda, şaşırırsınız hâlâ ve inatla sac ayaklarımın üzerinde oturduğuma. ama ben iyi olmayı seçtim. kuşkusuz enayi olduğumu hissettirecek onca olaydan sonra tereddüte de düştüm ama kendi iyilik tanımım içinde ben iyi olmayı seçtim.

olaylara kendi değer yargılarımızdan bakarız ki, bu zaten beklenendir. ama bir de olaylar karşısında bir tavır takınırız ki, beklenen kendi değer yargılarımızla tavrımızın birebir örtüşmesidir. ne garip ki, bu her seferinde böyle olmaz. yani bazen, tavırla değer yargısı üst üste geldiğinde, bir olmaz. bir gözükmez... bu durum, o kişinin her durumda güvenilir olamayacağının bir kanıtı gibi gelse de, olayları, o olayların kendi dinamikleri içinde değerlendirebilmek ve kişinin aldığı tavrı oradan yorumlayabilmek, empati kurabilmenin ötesinde, yaşamı algılama ve kendi değer yargılarını da sorgulama gibi biraz daha çetrefilli bir düşünce pratiğini beraberinde getirir.

buradan bakıldığında, iyileşme, ilk başta sözünü ettiğim, anlatarak iyileşme, aslında kendi içsel yolculuğumuza başlamak için bir kapıdır. o travmalarla baş edebilmek; kendini doğru algılamayı, kendi değer yargılarını sorgulamayı ve bizzatı kendi varlığını gözden geçirmeyi başarabilmekle ilgilidir. kendi adıma, bu konuda başarısız olduğum yerleri gün geçtikçe daha çok fark ediyor ve dersime çalışıyorum. elimde beyaz bir kağıt, yaptığım kutucukların içine, "nasıl" yazıyorum... o kapıdan nasıl girdiysem, öylece çıkıp, hayata yeniden karışmak istiyorum. ben artık, iyileştiğimi sanıyorum.


.

5.01.2011

Güzel


ben güzel uyanınca güzel oluyor herşey
herşey güzel olunca ben güzel uyuyorum
güzel uyuyunca haliyle güzel uyanıyorum

güzel olan ne diye düşünüyorum, kendim/i/e hep gülümserken buluyorum.
bir ödül aldım bu sabah, uyanır uyanmaz...
gülümsedim.
ben ne zaman gülümsesem, güzel oluyorum.


.

4.01.2011

Zihin



bugün, zihnimin esiriyim,
kırılan hevesimle küskünüm hayata.
bugün düşmanım sana.
geç(eme)mişime düşmanım.
bugün, Tanrı'ya olan inancımı sorguladım.
hayır, bildiğin gibi değil.
bildiğin dolu dolu bir küfür benimkisi...
anlatmak istediğini anlamıyorum diye, nedir ki bu işkence.

bugün, düşmanım kendime.
en çok da zihnime...
esiri oldum, elimde bir bıçak değişiyorum yüreğimi.
canımı acıtıyor her bir kelime.
gene de söküp atamıyorum bile isteye.

bugüne düşmanım, yok hayır bildiğin, anladığın gibi değil.
ağız dolusu küfürler ediyorum, bir tek kendimin duyduğu.
kendimi alıp duvarlara çarpıyorum.
bugün, düşmanım duvarlarıma.
canımı acıtıyorlar vurduğum her defasında.
oysa onlarla birlikte büyütmüştüm ben bu yalnızlığı.
onların şimdimde yaptığı, bir ihanettir bana.

bugün düşmanım zihnime.
yarattığı duvarları yıkamayan yüreğime düşmanım bugün.

bugünü, geç(me)mişten gelip de hevesimi kıranı
affediyorum...
kendimi, oyun oynayan zihnimi, oyuna eşlik eden yüreğimi,
affediyorum.
bugünle yeniden dost olabilirim.
bugünü affediyorum.
seni de Tanrım, seni de affediyorum.
kusura bakma ne demek istediğini gerçekten anlayamıyorum.
sadece beni affet istiyorum.
ben kendimi affediyorum.





.

3.01.2011

Gün



bugün kendini sürekli germek için mi uyandın.
aklında geçmişten kalan bir tortu, sen tortuda takılı.
tortu, sen ne kadar uzağında durursan dur, gözüne batıyor değil mi?

 sen herşeyin temiz olsun istersin, geçmişin bile...
ama geçmiş bunu istemez.
unutulup gidilmek ağır gelir ona.
olmadık bir yerde burnunun ucunu gösteriverir sana.
işaret parmağının ucundan bir olta yapar kendine.
çekmeye çalışır seni.
oltaya gelirsen, yoktur ondan ala.

bugün kendini sürekli üzmek için mi uyandın.
aklında geçmişten bir an, sen anda takılı.
an, sen ondan ne kadar uzağa gitmiş olursan ol,
bir hayal görüntü ile çıkıyor değil mi karşına.

sen herşeyin düzenli olsun istersin, hayallerin bile...
ama hayal bunu istemez.
o düzensizliğin içinde, kendi istediğince karşına çıkmak ister.
kötü bir süpriz gibi.
sana paketi uzatır, sanırsın ki, o paketi alınca mutlu olacaksın.
paketi hevesle açarsan, yoktur ondan ala.

bugün kendini sürekli sorgulamak için mi uyandın.
aklında şimdinin bir sorusu, sen cevapta takılı.
soru, sen ne kadar cevap bulmuş olursan ol,
mitoz bir bölünme içinde çıkıyor değil mi karşına.

sen her sorunun bir cevabı olsun istersin, en içinden çıkılmazların bile...
ama soru bunu istemez.
o cevapların hiçbirini beğenmez, o sormak ister sadece.
sonsuz bir şaka gibi.
sana bir soru ile gelir önce, sanırsın ki cevabını bilirsen, ya da bulursan
bir daha çıkmaz karşına.
sen soruya heyecanlarına yenilip bir cevap verirsen, yoktur artık ondan ala.

soru sorma, kendini sorgulama, germe yüreğini
yorma
ne olacaksa
ona varıyor sonu
sen sadece dile
yüreğini ferah tutmanın yollarını bulmayı

sonrası, yoktur senden alası.

güven Ona
sen terk etsen bile
terk etmez seni asla.



.

2.01.2011

Koku


limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
hiç unutmayan kadınlar vardır.. limon kokulu..
her şeye rağmen.. yağmur kalan kadınlar vardır...(*)

kokunu uzaktan tanırdım, sesini tanıdığım gibi...
dokunuşunu hiç bilmediğim  elinin, sıcaklığını hissederdim, uzaktan.
bahçedeki limon ağaçlarına çok sarılmışımdır sen diye...
bir portakal ağacı var, yatak odamın camından görünen.
her turuncusu sen... senin gözlerin, senin ellerin...
konuşurdu sabaha karşı portakal ağacı, dillenirdi dökülmüş yaprakları.
bir sabah vakti yağmur düşerdi bahçeye, yeşilini parlatırdı duygularımın.
hiç aldırmaz sabahın serinliğine, ayağım çıplak balkona çıkardım.
kokun içinde saklı sanırdım her yağmur yağdığında,
ben yüreğim çırılçıplak, korku(luk)lara dayanır, ağlardım.
dokun bana,
kokun bulaşsın tenime, diye yakaran bir ses duyarsan;
gök gürledi sanma,
aşkımdır şimşek gibi çarpan; dağına taşına... ille de uzağına...




.
Görsel
(*) Lale Müldür

1.01.2011

Yol




ne güzel ki, insan dönüp baktığında seçebiliyor. yani geçmişi yeniden tasarlamak gibi bir şey bu. sen içinden geçtiğin onca yoldan, patikadan hangisini hatırlamak istiyorsan, geçmişin o oluveriyor. dilerim, yolların varmak istediğin yerlere çıksın, ve yine dilerim ki patikaların sana değer katsın. elbet çakıl taşların da olacak ama bırak onlar da tuzun biberin olsun. yılların, günlerin, anların çoşkun bir ırmak olsun... okyanusa varsın...


yazmışım... ben mi... kalemi bıraktım. aktı. hoşuma gitti... bu sabahı çok sevdim. yılın ilk günü diye değil, yepyeni bir gün diye. hem bak güneş de açtı. kaldır kafanı, bak gökyüzü pudra mavi. biliyor musun, en çok turuncuyu severdim. sonrası tufandı benim için. artık pudra maviyi koydum ikinci sıraya. artık bundan sonrası tufan benim için. umutlu sabahları severim. hangi yılın, hangi gününde olduğunun önemi var mı. umut yürekte olduktan sonra, sen kuşlara bakma. göç mevsimi geldi mi giderler. ve sonra zamanı gelince yine dönerler. umut bir kuştur benim için. ben bir göletim onun için. her duraklamak istediğinde bir yudum suyunu benden içip yola çıkmasını, başka yüreklere taşınmasını seyrederim. bana değdiği için mutlanıp, kaldığım yerden yaşamaya devem ederim. sen de et dilerim. yılların, günlerin, anların çoşkulu bir ırmak olsun... okyanusa varsın... dilerim.


.